• 10.12.2015
  • 2441 defa okundu

Tüm
insanların doğuştan hür ve eşit olduğu hakikati üzerine bina edilen İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 67
yıl önce bugün, 10 Aralık 1948 tarihinde, ilan edilmiştir. Buna rağmen BM üyesi
ve BMde veto hakkı bulunan Çin İşgal altında tutuğu Doğu Türkistan’da insan
haklarına hiç bir zaman riayet etmemiş,insan haklarını daima ihlal eden bir
ülke konumundadır.

Çin
halk cumhuriyeti denen uluslar hapishanesinin işgali altında bulunan Doğu
Türkistanda, din ve vicdan hürriyeti,seyahat özgürlüğü,organ ticareti,nükleer
denemeler, doğum kontrolü,Uygur kızların zorla fuhşa sürüklenmesi,Uygur
işçilere karşı uygulanan ayrımcılık, sendikal örgütlenmede kısıtlanma, Çin’
Sömürge yönetiminin Doğu Türkistanda başlıca İnsan hakları ihlalleridir.

Çinin
Doğu Türkistan’daki İnsan hakları karnesine detaylı bir göz atarsak:

1863
yılında Yakup Han başkanlığında kurulan “Doğu Türkistan İslam Devleti”,
Osmanlı, İngiltere ve Rusya tarafından resmen tanınmıştı. Ancak şu an Doğu
Türkistan, uluslararası kamuoyunda Doğu Türkistan Sürgün hükümeti ve Dünya
Uygur kongresi başkanı Rabia Kadir’ın faaliyetleri sayesinde Türkiye dışında
birçok Avrupa ülkesi ABD ve Kanada ile islam aleminde tanındı.Doğu Türkistan
sürgün hükümeti Başta ABD olmak üzere birçok medeni ülke tarafından tanınmasına
rağmen Çin’in boyunduruğu altında yaşamaktadır.

1876
yılında Çin-Mançu Devleti’nce işgal edilen Doğu Türkistan, 1884’te Şinciang
(Sincan); yani “Yeni Toprak/Kazanılmış Topraklar” adıyla Çin İmparatorluğu’na
bağlanmıştır. Doğu Türkistan halkının mücadelesi sonucu, Doğu Türkistan İslam
Cumhuriyeti 1933 yılında Kaşgar’da kurulmuştur. Ancak çok geçmeden komünist Çin
kuvvetleri ve Stalin’in ortak hamlesi ile ortadan kaldırılmıştır. 1949 yılında
komünist Rus yönetiminin askeri yardımları ile Doğu Türkistan’ın kaderi Çin
yönetimine terk edilmiştir.Doğu Türkistanlılar, kısa süreli bağımsızlık
dönemleri yaşamışlarsa da uzun yıllardır Çin’in etnik asimilasyon politikaları
ile ezilmektedirler. Komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nde sistem, ulusal çıkarlar
doğrultusunda şekillenmiş; Çin’in 1949 yılından bu yana yürüttüğü politikalar
Doğu Türkistanlıları asimilasyon ve etnik temizliğe maruz bırakmıştır. Öyle ki,
Türkistanlıların sayısının 35 milyon gibi rakamlara ulaştığı belirtilmektedir.
1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin, 1952-1957 yılları arasında 3
milyon 509 bin, 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin, 1961-1965 yılları
arasında da 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından öldürülmüş ya da
rejimin politikaları doğrultusunda oluşan kıtlık sonucu hayatını kaybetmiştir.
1965’ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı 35
milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştır.

Etnik
temizlik

Uygur
Türkleri şiddetli olarak yürütülen bir nüfus planlamasına da maruz
kalmaktadırlar. Uygur Türklerinin nüfusu Çin nüfusuna oranla %1,5 civarındadır.
Çin devleti Doğu Türkistan’da yaşayan ve azınlık olan halkı doğum kontrolü adı
altında, büyük-küçük demeden öldürmeyi planlamaktadır. Genelde en fazla iki,
nadiren de üç çocuk doğurmalarına müsaade edilen Doğu Türkistanlı kadınlar,
“plan dışında” hamile kaldıklarında hamileliklerinin son günleri dahi olsa
mecburi kürtaja tabi tutulmaktadırlar. Nüfus planlaması dışında olan çocukların
gizli olarak dünyaya getirilmesi hâlinde ise aileler çok yüksek maddi cezalara
maruz kalmakta, doğum yapan kadın veya eşi memur ise bu kişinin görevine son
verilmektedir. Bu uygulamalar, Çin kanunlarında açık olarak yer almaktadır.

 

Yerel
halkın menfi tavrı ve ırki ayrımcılık

Çin’in
içeri eyaletlerinde Çin vatandaşlarının Uygurlara yönelik tavrı da devlet
bazında yürütülen ayrımcılık siyasetinin açık bir yansımasıdır. Polisler
Uygurları keyfi olarak arayabilmekte ve sorguya çekebilmekteyken Çinli halkın
büyük çoğunluğu da bir Uygur gördüğünde ona kin ve nefretle bakabilmektedir.
Hatta bir dükkâna Uygur Türkü girecek olsa dükkân görevlileri mikrofondan “Dükkânımıza
Sincanlı girdi, ceplerinize dikkat edin!” diyerek açıktan açığa anons
yapabilmektedir. Taksiciler ve otobüs şoförleri bile Uygur yolcuları almayı
reddeder hâle gelmiştir. Bu örnekler, ırki ayrımcılığın tipik ifadeleridir. Çin
hükümetinin Uygurları “terörist, katil, hırsız, bölücü, radikal İslamcı” olarak
yaftalama çabası ve “Devletimize en büyük tehlike Doğu Türkistan
teröristlerinden gelir.”, “Uygurlar ihtiyatlı olunması gereken, gözetlenmesi
gereken düşman millettir.” anlayışını yaygınlaştırması, ırki ayrımcılığı
tırmandırmaktadır.

Doğu
Türkistanda Organ Ticareti

Amerika’da
çıkmakta olan haftalık “Ölçüm” Dergisinde Uygurların durumu, özellikle de Doğu
Türkistan’daki siyasi mahpusların Çin’deki organ ticaretinin önemli bir
kaynağına dönüştürüldüğü hakkında önemli haberler verilmiştir. Yazar, Çin
hükümetini Doğu Türkistan’ı siyasi suçluların iç organlarından “Bol ürün
alınan” kamp haline getirdi. Diye tanımlamıştır.

Saygıdeğer
radyo dinleyicileri, haftalık Ölçüm dergisinde “Çin’in Uygur Özerk bölgesi’(Doğu
Türkistan)daki Organ Ticaretinin Seyri” başlıklı makale yayınlandı. Makaleyi
Etan Gutman isimli gazeteci şu anda dış ülkelerde yaşamakta olan ve aynı
zamanda Uygurelindeki(Doğu Türkistan)organ ticaretinin seyrine doğrudan katılan
veya durumu kendi gözleri ile görmüş olan kişilerin beyanlarına istinaden
hazırlamıştır. Yazar bunu beyan etmeden önce Uygureli(Doğu Türkistan) hakkında
malumat vererek Uygurelinin(Doğu Türkistan)1949 yılında komünist Çin hâkimiyeti
tarafından işgal edildiğinden beri, Çin hükümetinin sert elli politikaları ile
kontrol altına alına geldiğini söylemiştir. Yine Uygureline(Doğu Türkistan)
nakledilip getirilen Çinli göçmenler vasıtası ile Uygurelindeki(Doğu
Türkistan)nüfus oranında yaptıkları değişiklikler ve de dini ve milli baskı
durumlarından malumatlar vermiştir.

11
Eylül olayından sonra Amerika’nın terörizme karşı savaş açmasını müteakip,
Çin’in de aniden terörizme karşı mücadele etmekte olan devlet pozisyonuna
büründüğünü ve Uygur siyasi muhaliflere dini radikal, terörist adı altında
darbe vurmaya başladığını söylemiştir. O Uygurların siyasi mahpuslarının
uğramakta oldukları insanlık dışı uygulamaları üzerinde durarak özellikle
durarak, Çin hükümetinin Uygurelini(Doğu Türkistan) siyasi mahpusların
organlarından “bol ürün” elde edilen bir kampa dönüştürdüğünü beyan etmiştir.
Aynı zamanda da siyasi mahpusların organlarını kesip alma işlerine karışan veya
kendisi bizzat görmüş olan ve yine Uygurelinde(Doğu Türkistan)polis, doktor,
hemşire olan ve şu anda Avrupa, Kanada gibi devletlerde yaşamakta olan
kişilerin temin ettiği haberleri aynen beyan etmiştir. O bu kişilerin
bazılarının ailelerinin güvenliği sebebiyle kendi kimliğini açıklamayı
istemediğini söyleyerek, bunun Uygurların Çinlilerin baskısına uğramakta
olduğunun yeni bir ispatı olduğuna işaret etmiştir.

Etan
Gutman’ın beyanına göre, Çin makamları hapishanelerdeki ölüme mahkûm siyasi
suçlulardan sağlam, iç organları kullanılmaya elverişli diye
değerlendirilenleri listeledikten sonra, onların idamlarının
gerçekleştirileceği gün ameliyat edecek olan doktor ararcını ve doktorları
infaz alanına yakın bir yerde bekletiyorlar. Organları alınacak olan suçlular
yarım-yamalak öldürüldükten sonra süratle doktor aracına alınıyorlar. Hazır
bekleyen doktorlar mahpuslara hiçbir uyuşturucu ilaç verilmeksizin onun karnını
yararak iç organlarını çıkartıyorlar ve hemen kesilen yeri dikip bırakıyorlar.
Görgü tanıklarından bazıları gazeteciye o anda yarı öldürülen mahpusun her ne
kadar karşılık gösteremese de, her şeyi bildiğini, hatta bazılarının ağrıların
azabından inlediklerini gördüğünü söylemiştir.

Şahitlerin
anlattıklarına göre, bu siyasi mahpusları vurmadan önce onlara organlarının
kasılmasını önleyecek türden bir tür iğne yaptıktan sonra onları infaz alanına
götürüyor olup, onlar bu yolla organı nakledene kadar organın kasılmasını
önlüyorlar. Yazar yarı ölü hale getirilen bedenden alınan organı yeni bedene
nakletmenin veriminin daha fazla olduğundan dolayı, Çin makamlarının kurbanları
yarı ölü halde ameliyat ettiklerini söylemiştir.

Yazar
bu makalede, 1997 yılında Gulca olayının meydana geldiği sırada zuhur eden
oldukça acıklı olayları açıklamıştır. O aynı zamanda Gulca’da polis ve hemşire
olan kişilerin anlattıklarına göre, Gulca olayları sırasında Gulca’daki bütün
polislere silah dağıtılmışsa da, “silahın arızalı tamir ediliyor.” Bahanesi ile
silah verilmeyip, onlara gardiyanlık yaptırılmıştır. Onlar en az 400 civarında
Uygur’un kış günü soğukta dondurularak öldürüldüğünü görmüşlerdir.

Olay
sırasında Gulca’daki önemli bir hastanede hemşire olan bir bayanın gazeteciye
anlattığına göre o sırada her doktorun Uygurları kabul etmeleri yasaklanmış.
Yaralıları tedavi eden doktorlardan biri 15 yıl, bir diğeri de 20 yıl hapis
cezası ie cezalandırılmışlardır.

Hastane
makamları “ yine kim Uygurları tedavi ederse aynı cezaya çaptırılacak”
demiştir. Bu yüzden hiç kimse yaralanan Uygurları tedavi etmeye cüret
edememiştir. O sırada Hastanedeki Uygur ve Çinli doktor, hemşire ve eczacılar
ararsındaki ilişkiler de kötüleşmiştir. Çinli doktorlar eczanenin anahtarını
saklamaya başlamışlardır. İkinci çocuğunu doğurmak için hastaneye Uygur kadın
geldiğinde doğum doktorunun bebeği muayene edip gördükten sonra, penisilin adı
altında bebeğe iğne vuruyormuş. Üç gün geçmeden de bebek morararak ölüyormuş.
Böylece Çinli doktorlar bebeğin anne-babasını “bebeğiniz çok zayıfmış. İlacı
kaldıramamış” diyerek yolcu ediyorlarmış. Bu hemşire bir tek Çinli bebeğe Çinli
doktorun böyle iğne yaptığını görmemiş.

Yazar
makalesinde yine, Çin komünist partisinin üst düzey yöneticilerine Uygurelindeki(Doğu
Türkistan) siyasi mahpusların organlarının nakledilmesi durumu ile ilgili
malumat vermiştir. Ona durumu beyan eden Murat isimli bu Uygur doktor aynı
zamanda Ürümçi’deki malum bir büyük hastanede doktor olarak çalışmıştır. Yazar
şöyle ifade etmiştir.


Murat’ın hastanesine iç hastalıklarına yakalanarak, organ nakli gereken 5 üst
düzey idareci yatmıştır. Büyük hastanenin biri bir gün Murat’a Ürümçi’deki
siyasi mahpusların tutulduğu hapishaneye giderek kan alıp getirmesini
söylemiştir. Murat Ürümçi’ye gittiğinde 20 yaş civarındaki 15 Uygur genci
görmüştür. Murat iğnesini çıkarttığında onlar Murat’a “sen de Uygur olduğun
halde neden bize böyle yapıyorsun?” demiştir. Fakat Murat aynı zamanda durumdan
habersiz “ben sadece kan almaya geldim. Bu sizlerin sağlığınız içindir.”demiş
ve onların kanlarını aldıktan sonra gitmiştir. Murat dönüp geldikten sonra
doktordan “onların hepsi ölüm cezasına çarptırılanlar mı?” diye sormuştur.
“Öyle Murat, sen çok sual sorma, onlar kötü adamlar, onlar devletimizin düşmanlarıdır”
diye cevap vermiştir. Fakat Murat doktordan bu kanı ne yapacaklarını sormaya
devam ediyor. O sonunda aslında doktorlar kendileri ihtiyaç duyulan kan grubuna
sahip olan mahpusları bulduklarında, onu götürüp göğsünün sağ tarafından
vurarak yarı ölü hale getirdikten sonra, organlarının alındığını, sonra bu
organların Çin komünist partisi ve hükümet önderlerine nakledileceğini, ondan
sonra da onların hasta yataklarından sağlıklı olarak kalkıp gideceklerini
anlamıştır.

Makalede
bahsedildiğine göre, Doktor Murat’a siyasi mahpusların organlarının alınmasının
normal bir durum olduğunu, askeri bölge hastanelerinin bunun öncülüğünü
yaptığını söylemiştir. Yazarın ifadesine göre, 1999 yılından sonra kamuoyundan
gelen baskılar neticesinde Çin hükümeti mahpusların organlarının alınması
olayına bazı sınırlamalar uygulamaya başlamışsa da, Uygurelinde(Doğu Türkistan)
durumun daha farklı olduğunu söylemiştir. 2009 Ürümçi olayı sırasında Çin
makamlarının bütün haber vasıtalarını devre dışı bıraktıktan sonra, Ürümçi’deki
binlerce Uygur erkekleri tutuklayıp götürdüklerini söyleyerek hapse atılan
gençlerin bazılarından alınan haberlerden Ürümçi olayında tutuklananların
bazılarının sağlık kontrolü vasıtasıyla organlarının incelendiğini ve onların
aynı akıbete uğradıklarını beyan etmiştir.

Yazar
makalesinde yine, Çin hükümetinin Uygurelini(Doğu Türkistan) sadece organ
ticareti kampı değil, aynı zamanda da bir atom deneme alanı yaptığı
belirtmiştir.

Seyahat
özgürlüğü kısıtlanıyor

Doğu
Türkistan’da seyahat önünde de ciddi engeller bulunmaktadır. Bazen bir köyden
diğerine giderken dahi yerel güvenlik kurumlarından belge almak gerekmektedir.
Reşit bir insanın bile yurt dışına çıkmak için pasaport alabilmesi neredeyse
imkânsızdır. Son günlerde yaşanan bir gelişmeyle ise seyahat özgürlüğünün
kısıtlanmasında yeni bir uygulamaya geçilmiştir. Zira daha önce kendilerine
pasaport verilen kişilerin pasaportlarına devlet tarafından el konmaya
başlanmıştır. Pasaport müracaatında bulunan Doğu Türkistanlılar, devlet memuru
da olsalar, ancak çok büyük ücretler ödeyerek pasaportlarını alabilmektedirler.
Oysaki bir Çinli pasaport müracaatında bulunduğunda talebi en geç 15 gün
içerisinde yerine getirilmektedir.

Hayati
tehlike, günlük yaşamın bir parçası

Doğu
Türkistan’da hiç kimsenin yaşam güvencesi yoktur. Devlet, istediği zaman
istediği kimseyi tutuklayabilmekte ve istediği şekilde cezalandırabilmektedir.
Binlerce kişi Çin hükümeti tarafından sudan sebeplerle tutuklanıp yerleri belli
olmayan zindanlara götürülmekte, oralarda çürüyüp gitmektedir.

Tutukluların
geride kalan çocuklarının ve ailelerinin durumu ise içler acısıdır. Dahası, bu
kişilere yardım etmek dahi Çin kanunlarına göre suç sayılmaktadır. Çin, Doğu
Türkistanlılara esir muamelesi yapmakta ve onlara türlü zulümleri reva
görmektedir.

Bir
hayal: Din ve vicdan özgürlüğü

Doğu
Türkistanlılar düşünce, ifade ve din hürriyeti alanlarında tamamıyla kuşatılmış
durumdadır. Barışçı örgüt kurma hakkı, toplanma hakkı, siyasi haklar, kanun
önünde eşitlik hakkı, azınlık hakları, eğitim hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet
hakkı ve serbest seçimlere katılma hakkı ile adalet, haysiyet ve ünü koruma,
göç ve iltica gibi haklar bu halk için söz konusu değildir. Bu bağlamda
kendilerine özgürlük sunulmadığı için, Doğu Türkistanlıların gerek ferdi
gerekse ailevi ve toplumsal mahremiyeti hiçe sayılmaktadır. Çünkü mahremiyet,
insanın insanca muamele gördüğü yerde vardır.

Doğu
Türkistan’da devlet memurlarının, işçilerin ve öğrencilerin ibadet yerlerine
gitmeleri ve ibadetle meşgul olmaları yasaklanmıştır. İbadet yaptığı tespit
edilen kişiler işten ve okuldan atılmaktadır. Bu kişiler keyfi olarak gözetim
altına alınmakta ya da para cezalarına çarptırılmaktadır. Dinî eğitim almak
isteyenlerin herhangi bir şekilde gidebileceği bir eğitim kurumu
bulunmamaktadır. Camilerde ise dinî değerler değil, devlet yasaları tebliğ
edilmektedir. Evlerinde dinî kitap bulunanların kitaplarına el konulmakta;
hatta evinde dinî kitap bulundurma, bir suç unsuru olarak kabul edilmektedir.
Bu tür kişilere para cezasından hapis cezasına varan birtakım cezalar
verilmektedir.

Doğu
Türkistan’da ibadet olarak vasıflandırılabilecek çoğu şey yasaklanmış
durumdadır. Hükümet, bölgedeki Müslüman nüfusun dinî haklarına getirdiği
kısıtlamaları artırarak Ramazan ayında devlet kademelerinde ve bütün eğitim
kurumlarında oruç tutmayı yasaklamaktadır. Camiler bir bir kapatılmakta,
Müslüman din adamları yoğun resmî denetimlerden geçirilmektedir. “Yurtsever
olmayan” ya da “yıkıcı” olarak görülen dinî liderler gözaltına alınmakta ve
tutuklanmaktadır. Dahası, halka önder olabilecek kapasitedeki bazı aydınlar
zehirlenerek öldürülmektedir.

Periyodik
tutuklamalar

Doğu
Türkistan’da medya kuruluşları ve bazı devlet dairelerini “istenmeyen
unsurlar”dan kurtarmak için “temizlik” amacıyla periyodik tutuklamalar
yapılmaktadır. Bununla ilgili sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Doğu
Türkistan halkının çok sevdiği ve saydığı Abdulahad Mahdum, söz konusu durumun
mağdurlarından biridir. Mahdum, yaşı 75’in üstünde olmasına rağmen, tam olarak
suç teşkil etmeyen zanlara dayanılarak beş sene hapis cezasına çarptırılmış
durumdadır. Hapishanelerde 1,5 m2’lik hücrelerde tutulan kişiler tüm
ihtiyaçlarını burada görmek zorunda kalmakta ve bu kişilerin dış dünya ile
hiçbir irtibatları bulunmamaktadır
.

Çin
nüfusu artırılıyor

Çinli
nüfusun Doğu Türkistan’a çok hızlı bir şekilde yerleştirilmesi sonucunda, yerli
halkın asimilasyonu hızlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu uygulamanın bir parçası
olarak; Doğu Türkistan’daki Çin nüfusunu artıran Çin yönetimi kimi zaman Doğu
Türkistan’ın çeşitli bölgelerindeki kimsesiz kız çocuklarını Çin’in muhtelif
bölgelerine götürüp türlü işlerde kullanmaktadır. Eğitim amacıyla Çin’e
götürüldükleri iddia edilen çocukların durumu da benzer şekildedir.

Asimilasyon

Çin
hükümeti, farklı Türk lehçelerinde konuşan yerli halkı Çinceyi kullanmaya
zorlayarak bir çeşit zulüm örneği daha sergilemektedir. Bir milletin
gelenek-göreneklerini, dinî inançlarını, kendisine özgü dillerini ve toprak
bütünlüğünü elinden kaybetmesi demek, o milletin tarihten silinmesi demektir.
Eylül 2002’den itibaren Sincan Üniversitesi’nde birçok derste Uygur dilinde
eğitim yapılmasının yasaklanması, zulmün açık tezahürlerinden biridir.

Zoraki
geri dönüş

Çin
yönetimi, türlü yöntemlere başvurmak suretiyle sürgündeki Uygurları geri
dönmeye zorlamaktadır. Uluslararası Af Örgütü, son yıllarda Nepal, Pakistan,
Kazakistan, Kırgızistan ve bazı komşu ülkelerden Çin’e zorla geri gönderilen
Uygur mültecileri ile ilgili dikkate alınması gereken raporlar yayımlamıştır.
Bu ülkelerin hemen hepsi Çin’in taleplerine hayır dememiş ve kendilerine
sığınan Doğu Türkistanlıları teslim etmiştir.

Sürgündeki
Uygurların Doğu Türkistan’da bulunan aile üyeleri ve yakın akrabaları, Çin
yönetimi tarafından tutuklanabilmekte, mal varlıklarına el konulmakta, telefon
görüşmeleri dinlenmektedir. Çin, sürgündeki Uygurların ailelerini sürekli
olarak sorguya çekerek onlara psikolojik baskı yapmaktadır. Devlet yönetimi ile
barışık olmayan ve yurt dışında yaşamayı tercih eden Doğu Türkistanlıların aile
fertlerine, hatta uzaktan akrabalık bağları bulunan kişilere dahi pasaport
verilmemekte, devlet kurumlarında çalışmaları engellenmekte ve bu kişiler adeta
toplumdan tecrit edilmektedirler. Bu tür uygulamaların deşifre edilmesi, hatta
bu şekilde uluslararası hukuk normlarının hiçe sayıldığının ilan edilmesi dahi
o topraklarda suçtur.

Fabrika
mı, toplama kampı mı?

Çin
hükümeti, Uygurlara yönelik olarak günlük hayatın her alanında farklı bir
yıldırma politikası uygulamaktadır. Bu siyasetin temel hedeflerinden biri ise,
Doğu Türkistan’da Uygur nüfusunu azaltarak bölgeyi Çinlileştirmektir. Bu
bağlamda, Çin hükümetinin 2003 yılından beri uygulamakta olduğu “işgücü
fazlasını başka memleketlere yönlendirme” projesi ile Doğu Türkistan’da yaşayan
Uygurlar, özellikle genç kızlar zoraki olarak vatanlarından koparılıp Çin’in iç
eyaletlerine çalışmaya gönderilmektedir. Haziran ayında oyuncak fabrikasında
saldırıya uğrayan Uygurlar da bu proje kapsamında, zoraki olarak Guangdong’a
sürülmüştü.

Çinli
patronlara teslim edilen genç Uygurlar, ağır derecede aşağılanmakta, ucuz işçi
olarak kullanılmakta ve sömürülmektedir. Doğu Türkistanlı gençler, kendi milli
kültür ve geleneklerinden uzaklaştırılırken bir taraftan da Çin milliyetçiliği
ve yerel halkın baskıları ile karşı karşıya kalmaktadır. Doğu Türkistanlı
kuruluşların raporlarına göre günümüzde Çin’in içeri eyaletlerinde mecburi
olarak çalıştırılmakta olan Uygur kız ve erkeklerinin sayıları tahmini olarak
500 binin üzerindedir. Uygurlar, kalitesiz atölye ve fabrikalarda, iş güvenliği
ve sağlık sigortası yapılmaksızın fizikî güç gerektiren işlerde
çalıştırılmaktadır. Atölyelere zorunlu olarak getirilen ve çoğunluğunu
bayanların oluşturduğu Uygur gençlerinin hareketleri bile kısıtlanmakta ve
fabrika kompleksinden ayrılmalarına izin verilmemektedir. Genç kızların
maaşları eksik verilmekte, hatta kimi zaman kendilerine verilmemekte,
geldikleri köy veya nahiyelerin idarecilerine gönderilmektedir. Fabrikalarda
çalışan genç kızlar itilip kakılmakta, adeta sıkıyönetim altında idare edilmektedirler.
Uygurların çalıştırıldığı fabrikalar toplama kamplarını andırmaktadır.

Urumçi’de
kitlesel katliam

Yıllardır
Çin hükümetinin baskı ve asimilasyon politikası altında yaşayan Uygurlar,
içinde bulunduğumuz günlerde yeni bir katliama maruz bırakılmaktadır. 2009
Haziran’ı sonunda Guangdong eyaletindeki bir oyuncak fabrikasında Uygur
Türklerine yönelik saldırılar gerçekleşmiştir. Özelde oyuncak fabrikasındaki
saldırıları genelde ise kendilerine yönelik baskı siyasetini protesto etmek
için Urumçi’de 5 Temmuz’da sokaklara dökülen Uygurlar, kitlesel bir katliama
maruz bırakılmıştır.

Haziran
ayının sonunda, Çin’in Guangdong eyaletindeki bir oyuncak fabrikasında çalışan
Uygurlar, Çinli işçilerin saldırısına uğramıştır. Oyuncak fabrikasında
gerçekleşen saldırılarda 120 kişi yaralanmış, uluslararası bazı haber
kaynaklarına göre 18 Uygur öldürülmüştür. Bölgeden gelen haberlere ve
görüntülere göre ise saldırı, 5000 civarında Çinli işçinin ellerinde sopalarla
Uygurların yatakhanelerine saldırmalarıyla başlamış ve saldırılarda fabrikada
zorla çalıştırılan genç kız ve erkeklerden oluşan 800 Uygur işçinin 500’den
fazlası öldürülmüştür. Temizlik işçileri, olay mahallindeki kan izlerini iki
saatlik bir sürede ancak temizleyebilmiştir. Saldırının ilk saatlerinde güvenlik
görevlileri olaya müdahale etmemiştir. Hatta saldırgan Çinlilere sivil
kıyafetli 100 Çin askerinin öncülük ettiği belirtilmektedir. Resmî açıklamaya
göre olaydan sonra fabrikadaki 600 Uygur işçi farklı bir bölgeye nakledilmiş;
ancak bu kişilerin nerede olduğu belirtilmemiştir. Resmî olmayan kaynaklar ise
bu 600 işçinin de saldırılar esnasında öldürüldüğünü ifade etmektedir.

Guangdong’da
Uygurlara yönelik gerçekleşen bu saldırıyı kınamak üzere 5 Temmuz günü
Urumçi’de meydanlara dökülen 10 binlerce Uygur, Çin polisinin sert
müdahalesiyle karşılaşmıştır. Çin polisi, miting başlar başlamaz Uygurların
etrafını sarmış; üzerlerine ateş açarak gösteriyi bastırmaya çalışmıştır.
Mitinge katılan kadın, çocuk ve yaşlılar da polisin ateşine maruz kalmıştır.
Çatışma sonunda en az 140 kişinin öldüğü, 816 kişinin ise yaralandığı
bildirilmektedir. Gayri resmî kaynaklar ise ölü sayısının 3000’den fazla
olduğunu ifade etmektedir. Şehirdeki bazı yolların hâlen ulaşıma kapalı olduğu
ve enkaz kaldırma çalışmalarının devam ettiği belirtilmektedir. Bölgenin dış
dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş durumdadır. 5 Temmuz Pazar günü yaşanan
kitlesel kıyımın ardından Urumçi’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Hâlihazırda
Çin askerlerinin keyfî olarak ev baskınları düzenlediği, sorgu bahanesiyle
tutuklamalarda bulunduğu ve Uygur halkına türlü şekillerde zulmettiği
belirtilmektedir. Çin Zülüm’ü şiddetini artırarak hâlen devam etmektedir.

Doğu
Türkistan sorunu gündeme getirilmeli

İslam
âlemi 150 yıldır dünyanın birçok bölgesinde benzeri zulüm ve baskılara maruz
kalmıştır. Bu zulmün arkasındaki çevrelerin en büyük hedefi, dini, özellikle de
Müslümanlığı ortadan kaldırmaktır. Bugün Çeçenistan’ın Ruslardan gördüğü zulmü,
Doğu Türkistanlılar Çinlilerden görmektedir. Dünya ise bu zulme göz yummaktadır.
Doğu Türkistan meselesi sadece Uygurların bir sorunu olarak görülmemeli ve
vicdan sahibi tüm insanlık bu meseleyi sahiplenmelidir.

DOĞU
TÜRKİSTANLILARIN KENDİ GELECEKLERİNİ BELİRLEME VEYA SELF-DETERMINATION HAKKI:

Doğu
Türkistan’da yaşayan halkın, milletlerarası hukukun kendi geleceklerini
belirleme hakkı sahibi bir halk olup olmadığını anlayabilmemiz için bizi bugüne
getiren tarihi süreci bilmemiz gerekmektedir. Doğu Türkistan adını verdiğimiz
bölge, bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan ve Çin Devleti
tarafından Sinkiang adı verilen özerk bir bölgedir. Ancak tarihi geçmişini
incelediğimizde , söz konusu bölge Milattan Sonra (MS) 1-8. yüzyıllar arasında
birkaç kez Çin işgaline uğramışsa da (aynı şekilde Doğu Türkistan Türkleri’nin
de Çin’in batı kesimlerini işgal ettikleri de olmuştur), asli olarak bağımsız
kalmıştır. 762 yılından 1759 yılına kadar Çin’in Doğu Türkistan’ı hiçbir önemli
istila hareketi olmamıştır. Bu tarihten sonra da 1862’de bölge bağımsızlığına
tekrar kavuşmuştur. Doğu Türkistan’ın bu bağımsızlık ilanı Osmanlı
İmparatorluğu, Rusya ve İngiltere gibi devrin önemli ülkeleri tarafından
tanınmıştır. 1877 yılında Çin’deki Mançu Hanedanı bölgeyi tekrar işgal etti.
1933 yılında bölge halkı
yine
bağımsızlığını ilan etti. Bu ilanı Türkiye Cumhuriyeti de tanıdı. Ancak kısa
süren bir bağımsızlıktan sonra, tekrar Çin işgali yaşandı. 1944 yılında son
olarak bağımsızlık ilanı söz konusu olmuşsa da, başarılı olamamıştır. Doğu
Türkistan 1949 yılında Komünist Çin Hükümeti tarafından son olarak işgal
edilmiştir.

1947
yılında nüfusun %95’i Müslüman iken, Çin’in maksatlı politikaları ile bugün
nüfus yapısı önemli oranda değişmiştir. Bölgedeki Çinli nüfus her yıl yaklaşık
%8 artarak 1980’lere ulaşıldığında %26’ya çıkmıştır. 1990’lara kadar %40’lara
çıktığı anlaşılmaktadır. Bugün bu oran daha da artmaktadır.

Çin
Halk Cumhuriyeti yönetimi 1 Ekim 1955 tarihinde 9 Ağustos 1952 tarihli Milli
Özerk Bölge Kanunu’na uygun olarak (söz konusu kanun 31 Mayıs 1984 tarihli Milli
Özerk Bölge Kanunu ile değiştirilmiştir), Uygur Özerk Bölgesi’ni kurmuştur.

Self-determination
hakkının kullanılması ile, bağımsız bir devlet kurabilmenin tartışmasız olarak
milletlerarası hukukta kabul gördüğü durumlar ise şunlardır:

I.             
Sömürge
yönetimi altındaki ülkelerinde.

II.           
 Milletlerarası hukuk terminolojisine göre
fethedilmiş ülkelerde (halk arasındaki yanlış kullanımı ile işgal edilmiş
ülkelerde).

III.          
 Irkçı yönetim altındaki ülkelerde.

I. Sömürge yönetimi altındaki halkların self-determination
hakkını kullanması şu şartlarla mümkün olabilmektedir
: Temel şart sömürge altındaki bir
halk olmaktır. Bu şekilde bağımsız devletlerin kurulmasına sömürgelikten
kurtulma (decolonization) denilmektedir.

Sömürge
altındaki halklar ile devletlerin ülke bütünlüğü ilkesi nedeni ile
self-determination hakkından yararlanamayan topluluklar arasındaki ayrımın
hukuki açıdan nasıl yapılacağı meselesi ortaya çıkmaktadır. BM Genel Kurul
kararlarında da açıkça ortaya konulduğu üzere, sömürge ülkesi sömürgeci
devletin ülkesinden sayılmamaktadır. Bu nedenle de sözkonusu ülkelerin bağımsız
olmasında bir sakınca görülmemektedir. Sömürge altındaki bir ülke olmak için
milletlerarası hukuka göre ana ülke ile sömürge ülke arasında farklı bir
statünün varlığının bulunması şartı aranmaktadır.

II. Burada daha önce
bağımsız bir devlet iken, yabancı bir ülkenin kuvvet yolu ile ele geçirip,
kendi ülkesinin egemenliğine tabi kıldığı bir ülke bulunmaktadır.
Bu işgal ile, söz konusu
devletin varlığı ortadan kalkmıştır. Günümüzde kuvvet kullanma yasağı
mevcuttur. Kuvvet kullanılarak yapılacak statü değişiklikleri kabul
edilmemektedir. Ancak bu yasak öncesi yapılan ve milletlerarası toplum
tarafından tanınmış olan fetihler hukuka uygun kabul edilmektedir.

Bu
gruba örnek olarak, Baltık Cumhuriyetleri olarak adlandırılan Estonya, Letonya
ve Litvanya’yı verebiliriz. Bu ülkelerin eski Sovyetler Birliği’nden
bağımsızlıklarını kazanmaları, Ukrayna, Beyaz Rusya, Türk Cumhuriyetleri gibi
diğer eski Sovyet ülkelerinin bağımsızlıklarını dayandırdıkları SSCB
Anayasası’ndaki hükümlerle açıklanmamaktadır. Baltık Cumhuriyetlerinin
bağımsızlıklarına kavuşmaları, status quo ante (eski hale iade) olarak
değerlendirilmektedir. Çünkü örneğin ABD, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş
öncesi bağımsız devletler olan Baltık Cumhuriyetleri’nin SSCB tarafından
işgalini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Sözkonusu ülkelerin bağımsızlıklarına
kavuşmalarını, sadece geçici bir işgalden kurtulma olarak değerlendirilmiştir.
Bu da işgal altındaki ülkelerin self-determination haklarının olduğuna güzel
bir örnektir.

III. Burada daha çok
devletlerin iç örgütlenmelerine ilişkin self-determination hakkı sözkonusudur.
Bu gruba en güzel örnek Güney
Afrika Cumhuriyeti’dir. Buradaki beyaz azınlık yönetimi günümüzde sona
ermiştir. Bu da siyah çoğunluğun ülke yönetim biçimini self-determination
hakları çerçevesinde değiştirerek, demokratik bir yönetime geçmeleri ile mümkün
olabilmiştir.

Doğu
Türkistan halkının self-determination hakkının varlığı konusunda şunu
belirtelim ki; yukarıdaki bilgilerin ışığı altında bize göre, tipik bir yabancı
devlet işgali durumu sözkonusudur. Milletlerarası hukukta self-determination
hakkı bulunan halklar içinde işgal altındaki bölge halklarının bulunduğu
tartışmasız olduğundan, Doğu Türkistan halkının da self-determination hakkı
tartışmasızdır. Bunun sebebi de kuvvet kullanma yasağının I. Dünya Savaşı
sonrasında getirilmesi ve ilk olarak da tarihin garip bir cilvesi olarak Çin
lehine ilk ciddi uygulamasının yapılmış olmasıdır. Şöyle ki; Japonya’nın Çin’in
bir parçası olan Mançurya’yı işgal ederek, burada bir kukla Mançuko Devleti
kurması dünyada kabul görmemiş ve ABD öncülüğünde Milletler Cemiyeti’nden bir
karar çıkarılarak, bu devletin tanınmaması gerektiği yönünde karar alınmıştır.
Halbuki Doğu Türkistan 1933 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından da tanınan
bir devlet iken, Çin tarafından işgal edilerek varlığına son verilmiştir. Daha
sonra 1944’te yeniden kurulmaya çalışılan Doğu Türkistan1949 yılında Komünist
Çin tarafından işgal edilmiştir. Burada da görüldüğü gibi açık bir işgal durumu
sözkonusudur.

Bu
konudaki bir başka mesele de, BM Şartı’nda yer alan self-determination hakkının
üye devletlere bir yüküm yükleyip, yüklemediği meselesidir. Bu konu 24 Ekim
1970 tarihli BM Genel Kurul Kararı’nda çözümlenmiştir. Bu karara göre,
self-determination hakkı halklar bakımından bir hak ise, diğer devletler
bakımından da bir yükümdür. Ancak hemen hatırlatalım ki, söz konusu kararda bu
yüküm sömürge altındaki halklar için belirtilmektedir. Bunu self-determination
hakkına sahip bütün halklara teşmil edebiliriz.

Self-determination
halklar için bir hak, diğer devletler için bir yüküm olduğu milletlerarası
hukuk tarafından kabul edilmiş ise de, bu durum self-determination hakkının
halklara doğrudan (otomatik olarak) bağımsız bir devlet kurma hakkı dahil seçme
hakkı sağlamaz. Söz konusu hakkın ilgili devlet tarafından tanınmadığı
durumlarda genellikle silahlı çatışmalara yol açılması milletlerarası barış ve
güvenliği tehdit ettiği de bir gerçektir. Bu şekilde iç çatışmanın yaşandığı
bir ülkede, asiler yönetimi ele geçirse, onlar diğer devletler tarafından
tanınmayı bekleyebilir. Ancak bu yolla bir devletten ayrılma, ilgili devlet
self-determination hakkını tanımazsa, milletlerarası hukuka uygun olarak
sağlanabilir. Yoksa tek başına self-determination hakkı bir devletten ayrılmak
için yeterli bir hukuki yetki sağlamaz. Bu nedenle self-determination hakkını
kullanmaya çalışan ve milletlerarası hukuka göre de gerçekten, bu hakkı bulunan
asi gruba, diğer devletlerin self-determination hakkı çerçevesinde yardımı
milletlerarası hukuka .uygun kabul edilmektedir. Bu durumun devletlerin iç
işlerine karışma olarak değil de, self-determination hakkının getirdiği bir
yüküm olarak değerlendirilmektedir.

Günümüzde
gerçekten bir Dünya barışına ulaşmak ve bunu da sürdürmek isteniyor ise,
self-determination hakkının tanınmasında Doğu Timorun sırf Hristiyan olduğu
için Self-determinasyon hakkını tanıyan Uluslararası güçler Doğu Türkistan
sorununda olduğu gibi çifte standartlı uygulamalardan kaçınılmalıdır. Bu tür
uygulamalar, halkların barışçı bir dünya oluşturmanın amaçlandığına olan
inançlarını kaybetmesine ve mevcut Dünya barışını da tehdit etmektir. Ayrıca şu
da bilinmelidir ki, Çin’in Doğu Türkistan halkına karşı olan menfi tutumu da
sorunun bir an önce çözümlenmesi ihtiyacını şiddetlendirmektedir. Çin yönetimi
milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirdiğinde sorun da
çözümlenmiş olacaktır.

Yücel TANAY
Araştırmacı gazeteci yazar

  • Kaynak:
  • Etiketler: