Dil Ölümü Bağlamında
Kayseri’de Yaşayan Uygur Türk Toplumu
Yard. Doç. Dr.
Ferhat KARABULUT*
Özet: Canlı bir organizma gibi doğup gelişebilen dil, yaşaması için uygun şartlar ortadan
kalkınca varlığını devam ettirme şansını yitirir.
Çin devleti tarafından uzun zamandır uygulanan politikalar neticesinde,Doğu Türkistan’da yaşamakta olan Türklerin bir kısmı anavatanlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bir kısım Uygur Türkü de, Türkiye’ye gelerek Kayseri’ye yerleşmiştir. Bu çalışma 1965 yılından
beri Kayseri’de yaşamakta olan bu küçük Türk toplumunu ve konuştukları ana dillerini, dil ölümü bağlamında incelemektedir.
Giriş
1995 yılında İngiltere’de temelleri atılan Tehlikedeki Diller İçin Kuruluş (Foundation for Endangered Languages), çıkardığı gazetenin ikinci nüshasında, dünyadaki dillerin içinde bulunduğu durumu tespit ettikten sonra, şöyle bir özelteme yapar. “Dünya dillerini tetkik eden dil bilimciler dünya dillerinin yarıdan fazlasının can çekişen (moribund) yani etkin ve sağlıklı bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılamayan diller, sınıfına dahil olduğunu tespit
etmişlerdir.
Biz ve çocuklarımız öyle bir zamanda yaşıyoruz ki büyük bir ihtimalle iki nesil sonra pek çok dil ölmüş olacaktır (Crystal 2000: Vİİİ).Bir kaynaktan çıkmış olan toplumların dilleri, farklı mecralarda gelişip farklı sözlüklere sahip olunca ve ses, şekil ve cümle yapılarında farklılıklar oluşunca, karşılıklı anlaşılabilirlik oranı önemli ölçüde düşer. Dillerde yaşanan değişim,
bölünme ve zayıflamalar, toplumların sosyo-ekonomik ve siyasî yapılarında meydana gelen değişmelere paralel olarak gerçekleşir. Tarih içinde, yeryüzündeki dillerde görülen ayrışma ve farklılaşmalar devam ederken, bazan aynı kaynaktan doğup, uzun süre birbirinden uzak kalmış olan diller, tekrar karşılaşmış, birbirleriyle temas kurarak karşılıklı etkileşim içerisine de girmiştir.
İnsanlar tarih içinde, savaş, soykırım ve kuraklık gibi afetlerden; ticaret veya yeni yerler keşfetme arzusu gibi nedenlerden dolayı, çoğu zaman bulundukları yerleri terk etmişler, farklı kültürlere komşu olarak veya onların bünyelerine yerleşerek yaşamayı seçmişlerdir. Bulundukları topraklardan göç etmek zorunda kalan topluluklardan biri de Doğu Türkistan Türklerinden olan Uygur Türkleridir.(1)
Çin’in işgalci ve baskıcı uygulamaları sonucunda, bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinden bir grup insan, anavatanlarını terk ederek, Türkiye’de ikamet etmek durumunda kalmıştır. Şüphesiz bu küçük topluluk, ana bünyeden kopan canlı bir organizma gibi, bütün aslî özelliklerini (yerli kültürü ve onun taşıyıcısı olan ana dilini) de beraberinde taşımıştır. Ancak bu göç hareketi aynı zamanda ana dili adına sonun başlangıcı anlamına da gelmektedir.
Çünkü, “yeryüzünde bir kültür taşıyıcısı olan ve bölünüp küçülen her dil büyüyüp serpilme, yeniden güçlü dil haline dönme imkanına her zaman kavuşamamıştır.”
Bu çalışma, evrensel bir gerçek olan dil ölümü(2) olgusu ışığında, Kayseri’de ikamet etmek durumunda kalan Uygur Türk toplumunu incelemektedir. Asya’da, yüzyıllarca tek bir dil halinde yaşamış ve tarihî-coğrafî sebeplerden dolayı, sonraki yüzyıllarda bölünerek Genel Türk Dili’nin lehçeleri durumuna gelmiş olan Türkiye Türkçesi (TT)(3) ve Uygur Türkçesi (UT)(4), Anadolu’da farklı şartlarda yeniden karşılaşmıştır. Bu karşılaşma ve meydana gelen birliktelik, hiç kuşkusuz yüzyıllar öncesinde olduğundan farklı şekilde gerçekleşmiştir.
Bu olay, ayrılmış ve birbiri ile uzun yıllar temas kurmamış, bu yüzden bazı önemli
Değişimlere(5) uğramış iki kardeş dilin buluşması şeklinde cereyan etmiştir.
Bu yüzden ortaya çıkan durumdan ve gelinen sonuçtan, dil ölümü gerçeğine ulaşmak
biraz zor ve dramatik olacaktır.(6) Bugün Doğu Türkistanda konuşulan UT, kendinden kopmuş bir parçayı, TT’nin bünyesinde eritme gibi bir durum ile karşı karşıya gelmiştir.(7) Bu durum elbette bütün Uygur Türk dili varlığını ve top yekün Uygur Türklerini içine
almamaktadır.
Biz özel olarak, Kayseri’ye yerleşen topluluğun beraberinde getirdiği dilin, nasıl ve hangi koşullarda tehlikeye düştüğünü ve bu dili ne tür bir sonun beklediğini göstermeye çalışacağız.
Amacımız her zamankinden daha çok önemsediğimiz Türk dili ailesinin maruz kaldığı bazı özel durumlara dikkat çekmektir. Evrensel bir kabul olduğu için bu çalışmada Uygur Türk lehçesi yerine doğrudan Uygur Türkçesi kavramını kullanacağız.
Çalışmamızda üç alana vurgu yapacağız:
1. Dil ölümünün evrensel boyutu,
2.Dil teması ve neticede gelen dil değişimi ve dil ölümü hadisesi,
3. Kayseri Uygur toplumunun sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı ve bunun ana dile etkisi.
Bir toplumun tarihî, sosyal, siyasî ve ekonomik yapısına sıkı sıkıya bağlı olandil olgusu, elbette bu dil dışı unsurlardan soyutlanamaz ve bunlardan bağımsız tahlil edilemez.(8) Bu yüzden Uygur Türklerinin ve diğer toplulukların dillerini, birtakım dış ve iç sebepleri tespit ederek incelemekte ve bazı özel şartları irdelemekte yarar olduğu kanaatindeyiz.
Dil Ölümünün Evrensel Boyutları
Yüzyıllardır insanoğlu pek çok yeni dilin doğuşuna ve mevcut dillerin bölünerek farklı dil ve lehçelere dönüşmesine şahit olmuş,(9) bu arada kendisi de bu değişim ve dönüşümlerde birinci derecede rol almıştır. Mevcut dillerdeki bu değişmeler ve sonuçta meydana gelen bölünmeler, dünya dillerinin sayısını artırmış, yeni dil gruplarının ve dil ailelerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Eğer belli bir dile dışarıdan müdahale edilmezse ya da mevcut bir dili konuşan insanların sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasî yapılarında bir değişme meydana gelmezse, o dil, büyük ölçüde yaşamaya devam eder. Her zaman ve zeminde diller ve o dilleri konuşan toplumlar, doğal seyrine bırakılmış olsalardı dünya dillerinin mevcut sayısı değişmezdi veya dillerin sayısında her geçen zaman diliminde sürekli bir artış görülürdü. Fakat genelde toplumlar durağan değil, değişken bir yapıya sahip oldukları için, canlı bir organizmaya benzeyen dil de değişmek zorunda kalmaktadır. Başka bir deyişle, her ne kadar yeryüzünde yeni doğan lehçelere (geleceğin müstakil dillerine) şahit oluyorsak da kaybolan, yok olan dillere de rastlıyoruz.
Dilin doğuş sürecinde karşımıza çıkan doğal veya insan kaynaklı etkenler, dilin kaybolma sürecinde de başka boyutlarda ve başka şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Sosyal hadiseler genelde sebep-sonuç ilişkisi ile birbirine bağlanır. Bu anlamda bazı soruları hem ayrı ayrı hem de birbiriyle bağlantılı bir şekilde sormak ve cevaplamak gerekmektedir. Dil ölümü ile neyi kastediyoruz? Bir dilin ölmesi için gerekli olan şartlar nelerdir? İnsanoğlu konuşmayı
unutmadığına veya terketmediğine göre nasıl oluyor da dil, canlı bir organizma gibi
ölebiliyor veya artık kullanılmaz hâle gelip unutulabiliyor? Dil ölümü ile dil değişimi arasındaki ilişki nedir? Dil ölümü ile kültürel kimlik ve toplumsal bilinç kaybı arasında nasıl bir bağ vardır?
Yeryüzünde belli bir süre varlığını sürdürmüş olan bir dilin, değişik sebeplerle ortadan kalkması olayına, dil ölümü adı verilmektedir. Dil bilimciler, bir dil “doğal konuşanı ölürse ortadan kalkar.” (Trask 1996: 324) veya herhangi bir sebeple bir dil, “hiç kimse tarafından konuşulmuyorsa ölür.” (Crystal: 2000,p.1) yargısında bulunuyorlar. “Bir dilin ölmesi, o dili kullanan toplumun konuşmayı unutması ile değil, toplumsal ve siyasal sebeplerden dolayı o dilin (eski dilin) başka bir baskın dil (yeni dil) tarafından zaman içerisinde yavaş yavaş kullanım dışına itilmesi ve etkisizleştirilmesi ile açıklanır” (Aitchison1981: 209). Yani herhangi bir dilin ölmesi için iki şart gereklidir: ya o dili konuşan herkesin ortadan kalkması, yani ölmesi (biyolojik ölüm); ya da insanların başka bir dili doğal iletişim ve anlaşma aracı olarak tercih etmesi (language shift) gerekmektedir. Dil teması (language contact) neticesinde gerçekleşen ikinci hadise, baskın bir dilin zayıf bir dili etkileyerek zamanla ortadan
kaldırmasıyla neticelenir. Peki bu nasıl gerçekleşir? Johanson bu ikici durumu şöyle özetler: “Diller, kendilerine ihtiyaç duyulmadığı; yani ailelerin bu dili kendi çocuklarına aktarmak için çabalamalarını gerektirecek yeterli sosyal işlevleri kalmadığı zaman yok olup giderler” (Johanson 2002: 42). Johanson, bunun sonucu olarak genç kuşağın ana dili yerine baskın veya
prestijli dili tercih edeceği, genç kuşağın öğrenmediği dilin zamanla ortadan kalkacağı uyarısını da yapar.(10) Bu kaçınılmaz ölümler bu tür genel nedenlerle birlikte, pek çok bölgesel yani özel nedenlere de dayanmaktadır. Biz bu kısa çalışmamızda bütün genel ve özel sebepleri elbette sayamayız, ama bazı bölgesel saptamalarda bulunabiliriz.
Dil Ölümü Sürecinin İşleyişi
İçerisine insan unsurunun karıştığı dil ölüm süreci iki türlü işler. Her iki durumda da en az iki kültürün karşılaşması gereği vardır.(11) Birincisinde savaşlar ve işgaller sonucunda ortaya çıkan sosyo-kültürel, siyasî ve askerî çatışma, ikincisinde dışarıdan gelen baskılar nedeniyle veya değişik türde tezahür eden etkenler sonucunda meydana gelen göçler ve farklı dillerle ilerleyen oranda meydana gelen sıcak temaslar söz konusudur. (12) Yani “iki farklı dil birbirine bitişik bölgelerde konuşulduğu zaman, bu iki dilin üyeleri birbirlerinin dillerine vakıf olabilirler ve hatta akıcı bir şekilde birbirlerinin dillerini öğrenebilirler. Bir başka durumda işgaller veya göçler neticesinde iki veya daha fazla dilin üyeleri tek bir topluluk içerisinde karışıp yaşayabilirler”
(Trask 1999: 150). Bütün bunlar neticede büyük çaplı sosyal değişmelere ve demografik dönüşümlere sebep olabilir.
Bu iki sürecin ilkinde (işgalci veya düşman toplumların saldırısında) karşılaşma beklenmedik bir anda ve çok kısa bir sürede gerçekleşir. Karşılaşmanın bu şekilde hızlı ve ani olması nedeniyle meydana gelen çatışma, yenik, zayıf ve alıcı kültürün aleyhinde sonuçlanır ve alt dilin ölümü çok kısa sürede gerçekleşir. İkinci süreç ise daha çok göçler ve yer değiştirmeler sonucu ortaya çıkan kültürel temas ve dil teması ile şekillenir ve birinciye göre daha yavaş ve uzun zamanda gerçekleşir. Bu karşılaşmanın sonucu, başlangıçta alt dil aleyhinde olacak şekilde tahmin edilse de bazan farklı bir şekilde de olabilir. Ancak, dünya dilleri ile ilgili elimizdeki verileri incelediğimizde, herhangi bir bölgede çoğunluğu oluşturan hâkim toplumların, zamanla azınlık durumunda olan zayıf toplumların kültürlerini ve dolayısıyla dillerini silip attığını ve onların yerine yerleştiğini görürüz. (13)
Dil ölümlerini tetikleyen bu etkenleri dil bilimciler, iki ana başlık altında topluyorlar:
a) dış etkenler: savaşlar, soykırımlar, doğal afetler ve bunların destekleyicisi siyasî, ekonomik, sosyal nedenler,
b) iç etkenler: dış etkenler sonucunda ortaya çıkan sosyo-psikolojik durum.(14) Doğal yapıları itibarıyla bu iki etken pek çok alt etkenleri içermekle birlikte asıl konumuz bölgesel ve Uygur Türk toplumuna özel olduğu için, biz burada, çalışma alanımız ile ilgili olanları sıralamaya çalışacağız. Yine de, tarihî olaylara baktığımız zaman ‘yeryüzünde bir zamanlar var olan topluluklar neden yok oldularsa, diller de büyük oranda o yüzden yok olmuştur’ gibi bir genel saptama yapabiliriz. Bu yok oluşların dış ve iç sebepleri tarihçiler, sosyal bilimciler ve dil bilimciler(15) tarafından ayrıntılı olarak inceleme konusu yapılmıştır.
Toplumda meydana gelen bazı sosyal olaylar (toplumsal bilincin değişime uğraması, kimlik çatışmaları veya şehirleşme gibi olgular), ekonomik bazı gelişmeler ve değişmeler (işsizlik, kuraklık, şehre göç (urabanization), ülkedeki ekonomik darboğaz gibi etkenler), bazı kültürel olgular (değişen âdetler, fert ve toplumun yeni kimlikler edinmesi, üst kültürün alt kültürü hâkimiyeti altına alması ve baskı kurması gibi) ve politik yaklaşımlar (bazı devlet politikaları,
yönetim anlayışında meydana gelen değişmeler, veya siyâsilerin kişisel çıkarları gibi) toplumu değiştirip dönüştürürken dili de etkilemekte ve sonuçta dili öldürmekte ya da dil değişimi sonucunda, dil intiharı gerçekleşmektedir.
Dil Değişimi (Language Shift)
Sosyo-kültürel ve siyasî temaslar sonucunda topluluklar, komşu veya dış kültür dillerinden ödünçlemeler yaparlar. Bu, dünyada konuşulan bütündiller için geçerlidir ve kaçınılmazdır. Dil ödünçlemeleri doğal seyri içerisinde güçlü toplumların dillerinden zayıf toplumların dillerine doğru olur. Yani, pek çok bakımdan baskın olan toplumlar, zayıf toplumların dillerini etki altına almaya başlarlar. Bu etkileşim birincil olarak kelime alış-verişi şeklinde ortaya çıkar.
Dil bilimciler buna ödünçleme (borrowing) adını verirler. Ana dilinin varlığına kayıtsız kalan insan, bir de onun önemini bilinç altında sıfırlama noktasına gelirse, ana dili, üst dilin (prestij dil veya itibarlı dil) kaçınılmaz baskısı sonucunda tanınamaz hale gelecektir. Ödünçlenen kelime sayısı ana dili tehdit edecek seviyeye gelirse, ödünçleyen dil (ana dili) için yabancı bir
iklimde yaşama mecburiyeti ortaya çıkar, ki bu da sürgünde yaşayan bir toplumun hayatı algılamadaki hürriyeti kadardır. Başka bir deyişle kendi sosyal hakimiyet alanı içinde (kendi mahalle, köy, şehir, ülkesi v.b. içinde) sürgünü yaşmaya mahkum edilen dil, varlık sahnesinden çekilme gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalır. Kelime ödünçlemeleri sonucunda dilin cümle yapısında da büyük ölçüde değişme meydana gelebilir. Buna bir de sosyal işlev eksikliğinden dolayı, ailelerin ilgisizliği eklenince sonuç kaçınılmaz olarak zayıf dilin aleyhine olur. Dil bilimcilerin önemle vurguladıkları bir gerçek şudur: “Tehdit altındaki dillerin hepsi, yabancı yapısal özelliklerin yoğun biçimde kopyalanması sonucunda ortaya çıkmış değişmeler sergilemektedirler.
Fakat, zayıflıklarının sebebi, kopyalamadan kaynaklanan yapısal bozulma değil, sosyal işlev kaybıdır” (Johanson 42: 2002). Baskın kültürün dilinden ödünçlenen kelime sayısının
çokluğuna, daha önce vurguladığımız gibi, genç kuşağın doğal iletişim aracı olarak prestijli dili seçmesi eklenince, ödünçleme yapan dil (alıcı dil), kaynak (verici dil) dile dönüşür. Hem Türk tarihi hem de dünya tarihi bu tür dönüşümler yaşamış diller ve toplumlarla doludur. Aitchison (1981) bu şekilde meydana gelen olguya dil ölümü yerine dil intiharı (language suicide) adını vermektedir.(16) Türk tarihinde bugünkü Bulgaristan’da, Tuna dolaylarında yaşamış olan eski Bulgar Türklerinin baskın Slav kültürünün tesiri sonucunda ortadan kalktığını tarih kitaplarımız yazmaktadır. Bu durum büyük ölçüde dil teması (language
contact) neticesinde ortaya çıkan bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.
Evrensel olarak, dil teması sonucunda ‘dillerin birlikteliği’ ve zamanla konuşucular arasında oluşan ‘iki dillilik’ (bilingualism) veya ‘çok dillilik’(multilingualism) (17) ortaya çıkar. Toplumun fertleri arasında birden fazla dili ana dili seviyesinde bilme oranının artması, ana dilin sosyal hayatın dışına itilmesine sebep olur. Bu da baskın dil lehine tek dillilikle neticelenen bir dil değişimi ve anadili aleyhine gerçekleşen bir dil ölümü hadisesidir. Şematik
olarak, bir dilin yok olmasına neden olan dil değişimi ve dil ölümü süreci şöyle özetlenebilir.
Tablo I (biyolojik ölüm süreci) (18) Tablo II (dil değişimi süreci) (19)
i.A dili (tek dillilik süreci) i. A dili (tek dillilik süreci)
ii.B dili A diline baskı yapar ii.B dili A dili ile temas kurar
iii. A-B dilleri (kısa süreli sınırlı dil teması) iii.A- B dilleri (uzun süreli sınırlı dil teması)
iv. A dili hayatın dışına itilir iv. A ve B dili eşit oranda kullanılır
v. B dili hâkim dil olur (A dili ölür) vi. AB dilleri (uzun süreli sıkı dil teması ve çift
dillilik)
vii.A dili hayatın dışına itilir
viii.B dili hâkim dil olur (A dili ölür)
Dil ölümü ile neticelenen biyolojik ölüm ve dil değişiminin evrensel boyutuna değindikten sonra bu sürecin Kayseri Uygur toplumunun dili için nasıl işlediğine bakabiliriz.
GÖÇLE BAŞLAYAN HAYAT VE YENİ VATANDA ANA DİLİNİN GELECEĞİ
Anavatanda Durum ve Göçün Sebepleri
Savaş ve işgaller bir toplumu yok edebilir veya sürgünde yaşamaya zorlayabilir demiştik. Yaşamak için dışa (yabancı bir ülkeye) doğru yapılan yer değiştirmeler veya göçler, çoğu zaman ekonomik değil siyasîdir ve bazı durumlarda mutlak sûrette gerçekleşmesi gerekebilir. “Dünyanın bazı bölgelerinde bir toplumun ani bir şekilde yok olması veya topraklarını terketmesi ekonomik değil politik nedenlerden kaynaklanabilir. Yıkım, bir sivil savaş veya milletlerarası sıcak çatışmalar sonucunda ortaya çıkabilir” (Crystal 2000: 75). Güçlü toplumların siyâsi, ekonomik ve askerî ihtirasları yüzünden yerlerini terketmek zorunda
kalan zayıf toplumlar,(20) kendileri için meçhul ve uzak diyarlarda yaşama mücadelesini
başka boyutlarda vermeye devam ederler.
18. Yüzyıldan itibaren, Çin ordusunun saldırılarına(21) uğrayan Doğu Türkistan Türkleri,(22) gittikçe artan oranda baskı ve sindirme politikalarına maruz kaldılar. Sistemli uygulanan politikalar ve Çin ordusu ile yapılan mücadeleler sonucunda,(23) bu topraklarda eskiden beri yaşamakta olan Türk kökenli halkların sayısında azalmalar oldu, kalanların bir kısmı ise Çin hakimiyetinde yaşamak yerine, başka topraklara göçmeyi tercih ettiler. Özellikle 1949 yılından itibaren baskılar artmış, Çin ordusu ile çatışmaya giren pek çok Uygur Türkü ölmüş, yaşama veya özgürlük için mücadele etme imkanı bulamayan ve (geleceği bu topraklarda) karanlık gören bazı Doğu Türkistan Türkü, başka topraklara göçü çare olarak seçmiştir.(24) Baskılar Türk dili ve kullanılan Arap kaynaklı alfabenin, dolayısıyla eğitimin üzerinde yoğunlaşmıştır.
1950’li yılların ortalarından itibaren, Çin Komünist Partisi, Türkleri daha fazla sindirmeyi (Çinlileştirmeyi) politika olarak benimsemiştir. Bu da en başta eğitim alanında olmuştur.(25) 1950’li yılların sonlarına doğru Sovyetler ile arası açılan Çin devleti baskıyı daha da artırmış, Doğu Türkistan’daki yüksek eğitim kurumlarında eğitim dilinin Çince olmasını zorunlu hale getirmiştir.
Üstelik, Türklerin kullandığı Arap kökenli alfabe yerine, Çincenin fonetik sistemine uygun Latin alfabesine geçilmesini şart koşmuş, buna itiraz eden Türk eğitimcilerin işlerine de son vermeye başlamıştır. “Çin Komunist Partisi yönetimi binlerce Uygur, Kazak ve diğer öğretim görevlilerini Sovyet yanlısı, hatta “Sovyet casusu” diye suçlayarak okuldan uzaklaştırıp, mecburi çalışma kampına göndermiştir. Ardından “Büyük Sıçrama” hareketini başlatmış,
öğrenciler bile bu harekete dahil edilmiştir (Köni 2003: 5). 1966 yılına kadar Uygur Türkleri kendi ana dillerinde eğitim yapabilirken, bu tarihten sonra milliyetçilik hareketlerine yol açtığı gerekçesiyle ana dilinde eğitim yasaklanmıştır. Bu tarihte “ilk, orta ve yüksek öğretimde eğitim dili tamamen Çinceleştirildi” (Alptekin 1978: 148-49). Bununla birlikte “1983 Sinkiangbilig, Uygur Muhtar Bölgesi Halk Hükümeti tarafından alınan bir kararla, tekrar bugün kullanılmakta olan Arap alfabesine dönülmüştür” (Kaşgarlı 1992: 43-44).
Göç ve Yeni Topraklarda Sosyo-Ekonomik Hayat
Anavatanı terkeden Türk
topluluklarının başında Uygur Türkleri ve Kazak Türkleri gelmiştir. Göçün
başlarında binlerce insandan oluşan kafilelerden ancak küçük gruplar istedikleri
yerlere ulaşabilmişlerdir. Bugün Kayseri’de Ahmet Yesevi Mahallesi’nde(26)
yaşamakta olan Doğu Türkistan (Uygur) Türkleri işte bu büyük göç dalgasından
arta kalan insanlar ve onların çocukları ve torunlarından oluşmaktadır.(27)
Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye ilk göç dalgası 1954 yılında İsa Yusuf Alptekin(28)ve Mehmet Emin Buğra (29) önderliğinde gerçekleşmişti. Bugün Kayseri’de yaşayan Uygur Türkleri ise 1965 yılında Kayseri’ye ulaşmışlardır. Doğu Türkistan’ın Yarkent, Kaşgar ve Kulca bölgelerinden gelen bu kafile, yaklaşık 354 kişiden (110 aile) oluşmakta idi. 1967 yılında Kayseri’ye yaklaşık 70 kişilik bir kafile daha gelmiştir. Her iki kafile de, kendilerine önerilen Suudi Arabistan, Kanada ve Almanya seçeneklerini kabul etmeyerek, “dili, dini ve
kültürü aynı köke dayanan insanların yaşadığı ülkeyi”,(30) yani Türkiye’yi tercih etmiştir. Daha sonraki bölümlerde görüleceği gibi, bu durum onların yeni coğrafyaya uyum süreçlerini ve dillerinin geçirdiği değişimi de farklı bir şekilde etkilemiştir. Bugün Kayseri’de küçük bir nüfusa sahip olan Uygur Türk toplumu, dil ölümü sürecini de kendilerine özgü şartlarda yaşamak durumunda kalmıştır. Dil değişimi ve dil ölümü sürecini daha iyi tahlil edebilmek
için, öncelikle bu toplumun nüfus dağılımı, sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı üzerinde durmakta yarar var kanaatindeyiz.
Mayıs 2004 itibarıyla Uygur toplumunun nüfusu 700 civarındadır.(31) İlk gelen 354 kişilik ve sonra gelen 70 kişilik kafile içerisinden yaklaşık 120 civarında Uygur Türkü, Kayseri’de vefat etmiş, çok az sayıda insan da İstanbul’a (15-20 aile) ve Ankara’ya göç etmiş durumdadır. Birkaç kişilik bir grup ise yurt dışına gitmeyi tercih etmiştir. Kayseri’de kalan nüfusun yaklaşık olarak %53’ü kadın, %47’si ise erkeklerden oluşmaktadır. Toplam nüfusun yaklaşık
%60’nı 0-30 yaş grubu, %30’unu 30-50 yaş grubu, %10’unu 50 ve üzeri yaş grubu oluşturmaktadır.
İlk, orta ve lise okul çağındaki çocukların tamamı okumaktadır. Buna karşılık yüksek okula giden öğrenci sayısında, orta öğretime nazaran düşüş gözlenmektedir. Halihazırda 15 civarında Uygur genci üniversitelerde okumaktadır, bunların çoğunu ise kız öğrenciler teşkil etmektedir. Bugüne kadar geçen yaklaşık 40 yılda üniversitede okumuş ve mezun olmuş yaklaşık 25-30 kişilik bir gruptan bu arada bahsedebiliriz. Üniversiteli sayısında her yıl düzenli bir artış da gözlenmektedir.
1965’ten bugüne kadar 40 yıl içerisinde sayı 700 civarına gelebildiğine göre nüfus, ölenler ve göç edenler göz önüne alındığında, yaklaşık %2,2 ile durağan-üstü bir artış hızına sahiptir. Yani ilk ve ikinci kafile ile gelen yaklaşık 400 kişilik nüfus 300 kişilik artışla 40 yıl içinde 700 olmuştur. Bu da senede yaklaşık 10 artış ile ölümler göz ardı edildiğinde yaklaşık 400 yapar, ki bu, sürgün psikolojisi içinde yaşayan, erime tehlikesini yakından hisseden bir
topluluk için çok da hızlı bir artış sayılmaz.
Bununla birlikte özellikle 1990’lardan sonra, toplumda çoğunlukla ekonomik sebeplerden dolayı az çocuk sahibi olma eğilimi hâkim olmaya başlamıştır. Kültürün ve dilin muhafazası
Noktasın da nüfus sayısının önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Bütün bu sayısal veriler ışığında baktığımız zaman kaçınılmaz bir şekilde hâkim nüfus içerisinde(32) erime tehlikesini derinden yaşayan bir yan kültür (alt değil)ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Aynı kaynaktan çıkıp farklı coğrafyalarda gelişen, aslî unsurların pek çoğunu hâlâ ortak bir şekilde devam ettiren bu iki kültür gerçekte farklı kültürleri oluşturmazlar. Farklılık yüzeyseldir ve ayrıştırıcı değil zenginleştiricidir. Bundan dolayı Uygur Türkleri’nin kültürü için alt kültür yerine yan kültür kavramını, alt dil yerine yan dil kavramını kullanmak daha doğru olacaktır.
Türkiye’de Etnik Gruplar isimli eserinde Peter Andrews 1965 yılı nüfus sayımı verilerine dayanarak, Uygur Türklerini, Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri, Türkmen ve Yörük Türkleri ile birlikte etnik grup olarak değerlendirir ve onları Türkiye’deki diğer gruplar (Rum, Alman, Yahudi, Arap, Rus v.d.) ile aynı kategoriye dahil eder (1992, s. 9-10). Etnik Sosyoloji isimli eserinde Orhan Türkdoğan (1999, 17) ve Türkiye’nin Etnik Yapısı isimli eserinde Ali Tayyar
Önder (2002: 22-31) Andrews’un Türk asıllı küçük grupları etnik kimlik altında
Değerlendirmesine karşı çıkarlar ve dil, din ve aidiyet duygusu yönlerinden bakıldığında Uygur ve diğer Türk unsurlarının farklı bir kategoride değerlendirilmesi gerektiğini vurgularlar. Türkdoğan ve Önder’in vurguladığı üzere ırk, dil ve din etnik yapıyı belirlemede
önemli ve belirleyici roller üstlenir. Bu nedenle aynı kökten gelen, Türk ırkına mensup olan, genel Türk dilinin bir kolunu konuşan ve aynı dine inanan insanlar, sosyolojik anlamda aynı kültürü oluştururlar.
Uygur Türkü ile Türkiye Türkü uzun yıllar ayrı yaşadığı için, kültürel anlamda bazı
Değişmeler ve farklılaşmalar da şüphesiz olmuştur. Ancak, Andrews’un iddiasının aksine, Uygur kültürü ile Türk kültürü arasındaki ortak noktaların çokluğu bu kültürün bir alt kültür olmasını engellemektedir. Bu nedenle, bu çalışmada biz yan kültür (benzerliği ve eşitliği ifade etmesi nedeniyle) kavramını benimsedik. Dil değişimi ve dil ölümü sürecini doğru tahlil edebilmek için, toplumun nüfus ve eğitim yapısının yanında diğer bazı istatistikî bilgilere de ihtiyaç vardır.
Doğu Türkistan’da daha çok hayvancılık ve tarım alanında yetenek ve bilgi sahibi olan ilk göçmen gruplar, geldikleri ilk yıllarda, daha çok sanayide vasıfsız işçi olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Çalışabilecek grup üyelerinin bazıları, ilk yıllarda devlet kanalıyla yerleştirildikleri küçük sanayi kuruluşlarında çalışma imkanı bulurken, bazıları ise zaman zaman Doğu Türkistan’dan getirdikleri bilgi ve becerilerle deri ve ceket imalatı ile uğraşmışlardır.(33) Bütü
- Etiketler: Kayseri,uygur Türkleri,Doğu Türkistan,Çin, Yarkent, Kaşgar ve Kulca ,,,