BUNDAN TAM 50 YIL ÖNCESİYDİ...
Yrd. Doç.Dr.
İklil KURBAN 
Araştırmacı-Yazar
Şin Cañ (Doğu Türkistan) Milletler Darülfununu Tarih Bölümünün birinci yılını bitirmiştim. İkinci öğrenim yılına başlarken, bana Darülfunun yönetiminden “Tarihi Kalıntıları İnceleme Grubu” ile güneye geziye gitsin, önerisinde bulundu. Çok sıkıldığım-yorulduğum zamana rastlayan bu haberden oldukça sevinmiştim.
Yıl 1953, Eylül ayının 13. günü, 2 Çinli sürücü dahil 11 kişilik bir ekip, üstü açık küçük bir kamyonetle Ürümçi’den Doğu Türkistan’ın güneyine doğru yola çıktık. Ekip başkanı Vu soyadlı yaşlı bir Çinliydi ; cao şu (profesör) dediği yine 2 Çinli ve para-maddi işlerden sorumlu yine 2 Çinli, bir de benimle beraber Darülfunundan gelen bir Çinli araştırmacı olmak üzere Çinliler 8 kişi, biz Uygurlar 3 kişi idik : Ekip başkan yardımcısı Yusupbek Muhlis, çevirmen Abdulla ve ben. Yusupbek eskiden šarki Türkistan Cumhuriyeti’nin (1944-1949) yarbayı olup, sonradan Ürümçi Medeniyet Kurumu’nun başkan yardımcılığına getirilmiş, aslen Artuşlu bir Uygurdu. šimdi bu zat Almatı şehrinde yaşıyor. šehirden şehre yolculuk ne güzel şey, heyecanlıydım. Kamyonet bizi serinden sıcağa, yüksekten aşağıya, kuzeyden güneye götürmeye devam etti. İlk durağımız deniz yüzünden 200 metreden fazla alçaklığıyla hiç kar ve yağmur görmeyen Turfan ovasının Tuksun şehriydi. Sonbahar olmasına rağmen Tuksun çok sıcaktı, fakat rutubetsiz cana yakın bir sıcak. Tuksun’da konakladık, sabahtan yine yola koyulup, ahşam halk ağzında Veliyane olarak adlandırılan, güney batıdaki Kuçar şehrine gelip durakladık. Kuçar şeftalisiyle ünlüymüş, ucuzluk, birkaç gün hükümet konak evinde kaldık. Ekibimizin Kuçar’daki inceleme hedefi “Bin Buda Mağaraları” idi.
Kuçar’ın yaklaşık 80 kilometre güney batısında-Kızıl denilen yerde, Kızıl nehrinin kıyısındaki dağ eteklerinde bulunan eski yapay mağaraları yerli halk “Miñ Öy” (Bin Ev) diyorlarmış. Kızıl’daki bu mağaraların sayısı eskiden belki daha çok olduğu için, halk Bin Ev adını vermiştir. Bizim var olanlar üzerindeki sayımız 80 civarındaydı. Bu Bin Ev’in bulunduğu Kızıl’da bir ay kadar kaldık. Mağaraların içindeki resimler, İslamiyet’ten önce ve daha eski olmasına rağmen renkli-güzel ve ilgi çekiciydi. Uzak geçmişteki bir medeniyetin kalıntısı olduğu için, bu mağaralar çoktandır kişilerin dikkatini çekmiş, buralara gelen ilk gezginler Avrupalılar olmuştur. Ekibimizin buraları araştırmasının, resimleri ve eski yazıtları kopyalamasının amacı nedir ? Bu konuda açık bir şey söylenmemiştir. Bu Bin Buda Mağaraları’na özgü en üzücü olgu, resimlerin, bilhassa insan resimlerinin isteyerek mızrak ucuyla bozulmuş-zedelenmiş olmasıydı. Bilindiği gibi İslam dini resimden, heykelden hoşlanmaz, işte bu olgu İslam’ın Buda dinine karşı savaşının simgesiydi.
Bin Buda Mağaraları’ndaki işlerimiz bitmişti, yoğun bir günlük yolculuktan sonra Aksu şehrine gelip, hükümetin konuk evine yerleştik. Burada ekibimizin yapacağı işi olmadığı için, sabahı Aksu nehrinden vapurla geçerek yolumuza devam ettik. Yorucu bir günlük yolculuğumuz sonunda, Kaşgar’a yaklaştığımızın belirtisi olan Artuş nahiyesine gelmiştik. Düz ve inişe meyilli 40 kilometre kadar bir yol üzerinden gittikçe Kaşgar’a yaklaşıyoruz. Bu ünlü şehrin adını-şanını çocukluğumdan başlayarak duymuştum; halk, Kaşgar’ı Doğu Türkistan’ın medeniyet merkezi olarak söylüyordu. Fakat, tarih öğrencisi olmama rağmen, bu şehrin Karahanlı Devleti’nin başkenti, Satuk Buğra Han, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Hashacip gibi Türk büyüklerinin vatanı olduğunu bilmiyordum. šimdi bu aziz vatanı görmeye nasip olmuştu. Selam sana Uygur ulusunun “Azizane” diye değer verdiği tarihî şehir-Kaşgar! Heyecanla önüme-uzaklara bakıyordum, ufukta koyu bir yeşillik. šehir kıyısından akan çamurlu Ögen nehrinin köprüsünden geçerek, Heyidgah Alanı’ndaki valiliğin dev kapısı önüne gelip durakladık. Yine şu Heyidgah Alanı’nı çevreleyen binaların birinde-Medeniyet idaresinin konuk evine gelip yerleştik. Sabah kahvaltısından sonra Heyidgah Alanı’nı gezdim. Uygurlar “bayram”a “heyid” diyorlar, “Heyidgah” bayramın yapılacağı yer-alan anlamını verir. Heyidgah Alanı’nın bir yönü Yakupbeg’in (1820-1877) yaptırdığı Heyidgah camiyi ve bu camiye özgü avlu ile çevrelenmişti (avlu içinde büyük bir göl var). Ekibimizle beraber Heyidgah camiyini ve Appak Hoca Mezarı başta olmak üzere şehrin bir çok yerlerini, Orta Çağ’a özgü üstü kapalı sokaklarını gezdik. Bu şehirde mescitler çokmuş. Halka ait olan evlerin pencereleri genelde sokağa değil avlu içine bakıyormuş. Kaşgar tam bir Uygur şehridir, Çinliler hemen hemen yok gibiydi. Kaşgar’ın her şeyinden çok havasını beğendim-kuru cana yakın hoş kukulu bir hava. Bu sebepledir ki, halkının sömürülmüş-yoksullaşmış olmasına rağmen, burada akciğer hastalığı olmuyormuş, “Kaşgar insan fabrikası” değimi elbette boşuna çıkmamıştır.
Kaşgar’da 15 gün kadar kaldıktan sonra, Teklamakan çölünü güneyden çevreleyen Yenihisar, Yarkent, Karakaş, Hoten, ve Lop şehirlerine gitmek için, Doğu Türkistan’ın en güney yöresine doğru uzun yolculuğa çıktık. Arada sırada, yolu kum fırtınalarından korumak için yapılan tahta duvarların yanından geçiyorduk. Teklamakan çölünün tozlu-sıcak esintileri kendini hissettiriyordu. “Teklamakan”, “tekti” (aslı) ve “makan” (mekan-yurt) sözcüklerinden oluşan “aslı yurt” anlamını veren bir addır. Bu çölün ortasından akarak, sonunda bu çölde kaybolan Tarim nehri kıyılarının eskiden yerleşim alanı olduğu, buralarda bugüne kadar saklanmış, fakat gizemi henüz çözülmemiş eski şehir kalıntılarından anlaşılmaktadır. Adı, Türkçemizdeki tarım-ziraat anlamına gelen , Tarim denilen bu gizemli nehrin kaynağını, kuzeyden-Tanrı dağı silsilelerinden gelip, Kuçar-Aksu şehirlerini sulayıp geçen nehirler; güneyden-Himalaya dağı silsilelerinden gelip, Kaşgar-Yarkent-Hoten şehirlerini sulayıp geçen nehirler oluşturmaktadır. Tanrı Dağı’nın ebedî karla kaplanmış Han Tanrı zirvesi 8000 metre yüksekliktedir. Himalaya Dağı’nın dünyamızın doruğu olarak bilinen Everest zirvesi 8878 metredir. Teklamakan Çölü 270 000 kilometre karedir. Evet, çöllere özgü özelliğiyle, Afrika’nın ünlü Büyük Sahra çölünü aratmayacak nitelikteki çölüyle, karlı dağ silsileleriyle halen bağrında bir çok gizemleri barındıran bu vatan-tam anlamıyla bir Uyguristan idi. Karşılaştığımız tüm insanlar Uygur idi. Çinliler ya gök elbiseli memur olarak, veya yeşil elbiseli asker olarak tek tük gözüküyordu.
Ceviziyle ünlü olan Hoten şehrinde Bin Buda Mağaraları’ndan 5 tanesi varmış. Buralar Kaşgar ve Ürümçi’ye oranla çok ucuzluktu. Herhalde daha yoksul olduğu için öyledir. Ekibimiz hazırlığı olmadığı için, çöl ortasındaki eski şehirlere kadar gitmeyi göze alamamıştı. Bir ay kadar süren bu çöl kıyılarındaki gezimizi, Hoten’in doğusundaki Lop nahiyesinde bitirip, geldiğimiz yolla kuzeye döndük. Üzümü ve kavunuyla dünyaca ünlü olan Turfan ovasının göbeğindeki Turfan şehrine gelip durakladık. Burası tarihte “İdikut Devleti” (Büyük-Kutlu-Devlet) adıyla yaşatılan bir Uygur devletinin topraklarıydı. šimdiki Turfan şehrinin yakın çevresinde İdikut Devleti’nden kalma eski şehir kalıntıları bulunmaktadır. Çinlilerin İdikut Devleti’ni “Gao Çañ Go” (Yüksek Duvar Devleti) olarak adlandırmasına sebep olan bir yüksek duvar ve Bin Buda Mağaraları’na benzer birkaç tane mağara da bu civarda saklanmıştır. Bu Turfan ovasının kendine özgü en çarpıcı özelliği, ova kıyısındaki yükseklikten art arda aşağıya doğru kazılan kuyulardan çıkan suların yer altı kanalıyla düzlüğe çıkarılıp, tarlanın sulanabilmesidir. “Kariz” denilen bu yöntemle sulama, belki dünyada sadece bu ovaya özgüdür. Altaylarda kışın sıcaklık eksi 50 dereceye düşerken, Turfan’da kış olmuyormuş. Yazın ise sıcaklık artı 50 dereceye kadar yükselirmiş. O zaman Turfan insanları kendilerini korumak için yer altı evlerine inermiş. İşte o zaman dünyaca ünlü Turfan üzümü dallarında dururken kururmuş. Turfan şehrinde de Çinliler hemen hemen yoktu. Doğu Türkistan’ın güneyinde, bilhassa Turfan gibi aşırı kuru iklimli topraklarda, yağışlı-sazlı vatanlarına alışık olan Çinlilerin yaşayabilmesi elbette kolay olmayacaktır.
Yusupbeg Muhlis, her gittiğimiz şehirde yaptığı gibi, Turfan’da da, toplumun önde gelen yaşlı ve bilim adamlarını toplayıp, tarihî yapıya özgü olan kitap, para, kap kacak, giysi ve halı gibi eşyaları ekibimize satıp vermelerini söylemişti. Böyle eşyaların en çok bulunduğu şehir Kaşgar ile Turfan olmuştu. Aralık ayının ortalarıydı, Turfan’da 15 gün kadar kaldıktan sonra, Ürümçi’ye dönmek üzere yola çıktık. Gittikçe kuzeye-soğuğa-yokuşa doğru 180 kilometrelik hem tozlu, hem karlı yol üzerinden ağır ağır Ürümçi’ye döndük. Ürümçi bembeyaz karla kaplanmış ve soğuktu. Darülfununa gelip sınıf arkadaşlarım ile kucaklaşıp görüştüğümde, 3 ay içindeki öğrendiklerimin, yaşadıklarımın etkisiyle kendimi daha olgun hissediyordum, bilhassa yaşadıklarım hiç unutulacak gibi değildi :
Dönüşte Kaşgar ile Aksu arasındaki dar bir yolda hızlı gidiyorduk; uzaktan önünde eşeği var bir kişi görünüyordu. Sürücü kornasını çaldı, tekrar çaldı..... Eşekçi eşeğini hemen kontrol edip, yol kenarına çekilmede biraz gecikti. Sürücü de anî frene basmak zorunda kalınca, kamyonet üstündeki bizler biraz telaşlandık. Cao şu (profesör) dediğimiz Çinlinin biri kamyonetten hızlı bir şekilde inip, yol kenarında korkulu gözlerle bize bakıp duran eşekçinin başına-yüzüne dövmeye başladı. Biz, Yusupbeg başta olmak üzere “Dur ! Öyle Yapma!” diye seslendik ve sonradan hepimize, anlamının açıklanması zor olan bir sessizlik hakim oluvermişti. Çinlilerin sessizliğinin anlamını kestiremiyorum, fakat Yusupbeg, Abdulla ve benim sessizliğime, O zavallı Uygur’u döven Çinliye karşı nefret hakimdi. Nefreti boşaltmak elde değil, sustuk......
Turfan’dan Ürümçi’ye gitmek üzere hazırlıklarımızı yaparken, elde edilen eşyaları türlere göre bölüp ambalajlama işini, Darülfunun’dan gelen Çinli araştırmacıyla ben yapıyordum. Ben ambalaja Uygurca yazıyordum. Zaten Çince yazabilecek seviyem de yoktu. Çinli araştırmacı benim yaptığım-yazdığım ambalajları yırtıp yırtıp bir kenara koydu. Ben işsiz kaldım ve sustum. Yusupbeg gelince olup biteni anlattım. Yusupbeg kızdı ve O , Çinli araştırmacıya “Sen Gomindañçi !” (Sen Milliyetçi Çin taraftarı !) diye bağırdı. Ekip başkanı Vu, “Burada ulusal mesele yoktur” diye, Yusupbeg’i yatıştırmaya çalıştı. O zamanlar azınlıklar için, Çinlilerin yaptığı haksızlıklara karşı koymada ve kendilerini savunmada, bu “Gomindañçi” sözcüğü en geçerli bir silahtı. Zaten bu silahı azınlıkların eline Komünist Çinliler kendileri vermişti. Bu yeni gelen Çinliler, Doğu Türkistan’da hep şu çığırtkanlığı her yerde, her zaman şu şekilde tekrarlamıştır : “Biz, azınlıkları Gomindañçi cellatların ulusal zulmünden kurtarmaya geldik !” İşte bu çığırtkanlığa göre, azınlıklara kim zulüm ediyorsa O, Gomindañçi idi. Fakat sonraları, askeri güçleriyle Doğu Türkistan’da iyice kök salıp, Gomindañ’ı (Milliyetçi Çin’i) aratmayacak kadar zulümde mükemmel eylemlerini yapmaya başladığında, artık Komünist Çinliler için, bu çığırtkanlıklara gereksinim kalmamıştı.
Direk gözümün önünde cereyan eden bu olumsuz-tatsız olayların etkisiyle, başkalarının varolma hakkını hiç tanımayan, sadece irade gücüne dayanarak yaşamını sürdüre gelen geçimsiz-hoşgörüsüz bu ulus ile beraber yaşamanın zorluklarını az çok hissetsem de, korktuğumun bu kadar çabuk başıma gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Aradan 2 yıl geçer geçmez, 4 kasım 1955 günü “Karşı Devrimci” suç damgasıyla beni yakalayıp hapse attığında 20 yaşlarındaydım. Gezi sırasında yazdığım tüm not defterlerimi işte o zaman evimden alıp götürmüşler ve bir daha onları geri vermemişlerdi. Yarım yüzyıl önceki bu anılarımı, sadece aklımda saklanıp kalanlara dayanarak yazdım. Fakat, yaşamda öyle olaylar, öyle anılar var ki, yıllar geçtikçe tazeliğini korur hiç unutulmaz, zihinlerdeki izleri kısmen silinse bile, yüreklerdeki sevinciyle acısı hiç dinmez.

  • 1396 defa okundu.